“Psikanaliz yeni pozitif politik programlar ortaya koymaz; bunun yerine, her istikrarlı kolektif bağ için tehdit oluşturan yıkıcı bir gücün, bir ‘olumsuzluğun’ -ölüm dürtüsünün- dış hatlarını tespit etmekle yetinir. Bu anlayış çerçevesinde, farklı psikanalistler devrimci, liberal veya muhafazakâr görüşleri savundular. Söylenebilecek her şey söylendi mi peki? McGowan’ın kitabı baştan sona yeni bir hat çizerek bu dağınıklığa çekidüzen veriyor: Psikanalizin verdiği en önemli ders, özgürleşimci politikanın herhangi bir ortak İyi mefhumunu değil, ölüm dürtüsünün olumsuzluğunu temel alması gerektiğidir. Bu düşüncenin sonuçları sarsıcıdır, bizi Freudcu Marksizmin standart versiyonlarının çok ötesine taşır; Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfini Sürmek psikanaliz-politika aksındaki her şeyi tepeden tırnağa değiştirir.”
Slavoj Žižek
Psikanalizle politikayı bir araya getirmeye çalışan sayısız teşebbüse karşın, psikanalizin temel ilkelerinde yer alan politik projeyi tanımlayan ilk kitap budur. McGowan, psikanalizin temel ilkelerinden çıkan bu politik projenin Marksizmin yirminci yüzyıldaki akıbetinin ardından özgürleşimci politikaya yeni bir kanal açtığını ileri sürüyor.
Psikanalizin politik muhtevasının peşine düşenler genellikle Freud’un cinsellik üzerine erken çalışmalarına bakar, oysa McGowan Freud’un ölüm dürtüsünü keşfedişine ve kavramın Lacan’daki gelişimine odaklanıyor. Ölüm dürtüsünün bir sonucu olarak gerçekleşen kendi kendine zarar vermenin, politik felsefemizin merkezine almamız gereken özgürleşmenin kurucu edimi olduğunu ileri sürüyor. Psikanalizin, özgürleşmeyi kaybın üstesinden gelmeyi sağlayacak bir eylemden ziyade kaybın benimsenmesi olarak düşünme imkânı barındırdığını iddia ediyor. McGowan, keyif patikasını bulmanın ancak kaybın benimsenmesiyle mümkün olabileceğini, keyfin politik mücadelenin belirleyici faktörü olduğunu -ve ancak kaybın merkeziyetini benimseyen bir politik projenin küresel kapitalizm karşısında uygulanabilir bir alternatif oluşturabileceğini- savunuyor.
“Psikanaliz yeni pozitif politik programlar ortaya koymaz; bunun yerine, her istikrarlı kolektif bağ için tehdit oluşturan yıkıcı bir gücün, bir ‘olumsuzluğun’ -ölüm dürtüsünün- dış hatlarını tespit etmekle yetinir. Bu anlayış çerçevesinde, farklı psikanalistler devrimci, liberal veya muhafazakâr görüşleri savundular. Söylenebilecek her şey söylendi mi peki? McGowan’ın kitabı baştan sona yeni bir hat çizerek bu dağınıklığa çekidüzen veriyor: Psikanalizin verdiği en önemli ders, özgürleşimci politikanın herhangi bir ortak İyi mefhumunu değil, ölüm dürtüsünün olumsuzluğunu temel alması gerektiğidir. Bu düşüncenin sonuçları sarsıcıdır, bizi Freudcu Marksizmin standart versiyonlarının çok ötesine taşır; Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfini Sürmek psikanaliz-politika aksındaki her şeyi tepeden tırnağa değiştirir.”
Slavoj Žižek
Psikanalizle politikayı bir araya getirmeye çalışan sayısız teşebbüse karşın, psikanalizin temel ilkelerinde yer alan politik projeyi tanımlayan ilk kitap budur. McGowan, psikanalizin temel ilkelerinden çıkan bu politik projenin Marksizmin yirminci yüzyıldaki akıbetinin ardından özgürleşimci politikaya yeni bir kanal açtığını ileri sürüyor.
Psikanalizin politik muhtevasının peşine düşenler genellikle Freud’un cinsellik üzerine erken çalışmalarına bakar, oysa McGowan Freud’un ölüm dürtüsünü keşfedişine ve kavramın Lacan’daki gelişimine odaklanıyor. Ölüm dürtüsünün bir sonucu olarak gerçekleşen kendi kendine zarar vermenin, politik felsefemizin merkezine almamız gereken özgürleşmenin kurucu edimi olduğunu ileri sürüyor. Psikanalizin, özgürleşmeyi kaybın üstesinden gelmeyi sağlayacak bir eylemden ziyade kaybın benimsenmesi olarak düşünme imkânı barındırdığını iddia ediyor. McGowan, keyif patikasını bulmanın ancak kaybın benimsenmesiyle mümkün olabileceğini, keyfin politik mücadelenin belirleyici faktörü olduğunu -ve ancak kaybın merkeziyetini benimseyen bir politik projenin küresel kapitalizm karşısında uygulanabilir bir alternatif oluşturabileceğini- savunuyor.