Mâzîmiz şeref sayfalarıyla doluydu. Altay Dağları’nın hür havasını teneffüs ettik. Orhun ve Selenge ırmaklarında atlarımızı suladık. Sonra Oğuz Ata’mızın bize vasiyetini yerine getirdik. Gökyüzünü çadır güneşi alem yaptık. Uzandık, Hazar Denizi gibi engin, Mâverâünnehir gibi huzurlu olduk. Seyhun ve Ceyhun nehirleri gibi sabırla coğrafyaların kara bahtlarını yeşerttik.
İlâhî bir lütufla rahmet deryâsına gark olduk. Yesevî nefesi dokundu rûhumuza. Muhammed Alpaslan Bey’in dediği gibi: “Biz Türkler temiz Müslümanlarız; bid’at nedir bilmeyiz. Onun için Allâh bizi azîz kıldı. Size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır.”
Anadolu artık vatandı ama Türk’e dardı. Bir yaz günü Tuna’dan kafilelerle geçtik. Ak tolgalı beylerbeyi önümüzde geniş kanatlarıyla bir kartal gibi süzülüyordu. Rakofça kırlarının hür havasını aldık. Dünyâ atımızın nalları altında ezilirken Allâh’ın bu azîz askerleri karanlık Avrupa’yı, i‘lâ-yı kelimetullâh nûruyla aydınlattı. Gönlümüz; Ad kavminin İrem Bağlarında değil, Hazret-i İbrâhîm’in ateşler içindeki gül bahçesinde, Kisrânın saraylarında değil, Hicret yollarındaki Resûl-i Ekrem’in çiğnediği kum tânelerinde takılı kaldı.
Dünyânın kalbi artık mehter kösüyle çarpıyor, Sancak-ı şerîfimiz arşa gölge salıyordu.
Sonra bize bir nazar oldu… Ne olduysa hep bize azar azar oldu. Varsın bu da olsun. Biz inandık ki “nasrun minallâh” ve “lâ gâlibe illallâh.”
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.
Mâzîmiz şeref sayfalarıyla doluydu. Altay Dağları’nın hür havasını teneffüs ettik. Orhun ve Selenge ırmaklarında atlarımızı suladık. Sonra Oğuz Ata’mızın bize vasiyetini yerine getirdik. Gökyüzünü çadır güneşi alem yaptık. Uzandık, Hazar Denizi gibi engin, Mâverâünnehir gibi huzurlu olduk. Seyhun ve Ceyhun nehirleri gibi sabırla coğrafyaların kara bahtlarını yeşerttik.
İlâhî bir lütufla rahmet deryâsına gark olduk. Yesevî nefesi dokundu rûhumuza. Muhammed Alpaslan Bey’in dediği gibi: “Biz Türkler temiz Müslümanlarız; bid’at nedir bilmeyiz. Onun için Allâh bizi azîz kıldı. Size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır.”
Anadolu artık vatandı ama Türk’e dardı. Bir yaz günü Tuna’dan kafilelerle geçtik. Ak tolgalı beylerbeyi önümüzde geniş kanatlarıyla bir kartal gibi süzülüyordu. Rakofça kırlarının hür havasını aldık. Dünyâ atımızın nalları altında ezilirken Allâh’ın bu azîz askerleri karanlık Avrupa’yı, i‘lâ-yı kelimetullâh nûruyla aydınlattı. Gönlümüz; Ad kavminin İrem Bağlarında değil, Hazret-i İbrâhîm’in ateşler içindeki gül bahçesinde, Kisrânın saraylarında değil, Hicret yollarındaki Resûl-i Ekrem’in çiğnediği kum tânelerinde takılı kaldı.
Dünyânın kalbi artık mehter kösüyle çarpıyor, Sancak-ı şerîfimiz arşa gölge salıyordu.
Sonra bize bir nazar oldu… Ne olduysa hep bize azar azar oldu. Varsın bu da olsun. Biz inandık ki “nasrun minallâh” ve “lâ gâlibe illallâh.”
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.