“Geçmişi tabulaştırmak veya tabutlaştırmak nasıl bir düşünce yükü yaratır insanda?” diye düşündüğüm çok olmuştur. Aslında buna düşünmek de denmez; bir tür yaşarken yaşamamazlık hali... Bu durum beni hayli sarsmıştır. Doğumumdan başlayan bir “eksik’lik” duygusu her zaman yanı başımda oldu. Ne o beni terk etti ne de ben onu. Doğumumdan on dört gün gibi kısa bir süre içinde annesiz kalmış olma gerçeği, sonraki yaşamlarımdaki savrulmalarımı da açıklar nitelikte. Ardından, yaşarken sizden uzak düşenler vardır ve onlar da bir tür “ölüm eksikliği” yaratmaya devam ederler. Anneannem bunların arasında, hatta başındadır. Yedi yaşıma kadar bana annelik eden bir kadın; kızının yadigârı torununa tüm sevecenliğiyle sahip çıkan bir kadın… Yedi yaşından sonra epi topu iki kez gördüğünüz birinin sizin dünyanızda yarattığı/yaşattığı doluluk, mutluluk verici olmaktan çok, ne yazık ki fazlasıyla acı vericidir. Ondan koparılıp alınmanıza isyan duygunuzu körükler. Çocukluğun güçsüzlüğüne lanet okutur…
İlk ölüm, annenin ölümü domino etkisi yaratmıştır sanki. Yaşam yolculuğu bir tür ölüm yolculuğuna dönüşür. Kardeşim Selahattin’i parantez içine almak zorundayım. Öldürülüşünün, eksikliğinin bende yarattığı tahribatı sözcüklerin donuk ruhuyla yeterince buluşturabildim mi, emin değilim doğrusu.
Dedim ya, bir kez terslikler baş göstermesin, ardı arkası kesilmez. İkinci annem mahkeme salonunda beyin kanamasından hayata veda etti. Üçüncü annem evde yanarak… Ve babam, tüm bu ölümlerin odağındaki adam, kalp krizine yenik düşerek… 62’den 92’ye kadar otuz yıllık “ölüm yolculuğu” süreci hangi kalbi yorgun düşürmez ki?…
Tabii mesele sadece ailede bitmiyor. Öldürülen yoldaşlarınız; Marguerite Duras’ın demesi “ölüm hastalığı”na yakalandığı için intihar eden gencecik şair arkadaşlarınız; Adalet Ağaoğlu’nun demesi “ölmeye yatan” yazar dostlarınız…
Geçmişin Tabu[t]ları ölümlerle yoğrulmuş/yorulmuş bir ömrün yolculuğuna adanmıştır. Bu kitabı okuduğunuza göre, öyle anlıyorum ki siz de hem ailenizden hem de ülkemizin, coğrafyamızın ölü(m) seviciliğinden nasibinizi fazlasıyla alanlardansınız. Ol bu nedenle, Geçmişin Tabu[t]ları ne yazık ki Nâzım Hikmet gibi, “ölenler güneşe gömüldüler/vaktimiz yok onların matemini tutmaya” benzeri şiirsel savsözlerle avunmama/avunmanıza yardımcı olmayacak, vicdani yükümü/yükünüzü de hafifletmeyecektir.
“Geçmişi tabulaştırmak veya tabutlaştırmak nasıl bir düşünce yükü yaratır insanda?” diye düşündüğüm çok olmuştur. Aslında buna düşünmek de denmez; bir tür yaşarken yaşamamazlık hali... Bu durum beni hayli sarsmıştır. Doğumumdan başlayan bir “eksik’lik” duygusu her zaman yanı başımda oldu. Ne o beni terk etti ne de ben onu. Doğumumdan on dört gün gibi kısa bir süre içinde annesiz kalmış olma gerçeği, sonraki yaşamlarımdaki savrulmalarımı da açıklar nitelikte. Ardından, yaşarken sizden uzak düşenler vardır ve onlar da bir tür “ölüm eksikliği” yaratmaya devam ederler. Anneannem bunların arasında, hatta başındadır. Yedi yaşıma kadar bana annelik eden bir kadın; kızının yadigârı torununa tüm sevecenliğiyle sahip çıkan bir kadın… Yedi yaşından sonra epi topu iki kez gördüğünüz birinin sizin dünyanızda yarattığı/yaşattığı doluluk, mutluluk verici olmaktan çok, ne yazık ki fazlasıyla acı vericidir. Ondan koparılıp alınmanıza isyan duygunuzu körükler. Çocukluğun güçsüzlüğüne lanet okutur…
İlk ölüm, annenin ölümü domino etkisi yaratmıştır sanki. Yaşam yolculuğu bir tür ölüm yolculuğuna dönüşür. Kardeşim Selahattin’i parantez içine almak zorundayım. Öldürülüşünün, eksikliğinin bende yarattığı tahribatı sözcüklerin donuk ruhuyla yeterince buluşturabildim mi, emin değilim doğrusu.
Dedim ya, bir kez terslikler baş göstermesin, ardı arkası kesilmez. İkinci annem mahkeme salonunda beyin kanamasından hayata veda etti. Üçüncü annem evde yanarak… Ve babam, tüm bu ölümlerin odağındaki adam, kalp krizine yenik düşerek… 62’den 92’ye kadar otuz yıllık “ölüm yolculuğu” süreci hangi kalbi yorgun düşürmez ki?…
Tabii mesele sadece ailede bitmiyor. Öldürülen yoldaşlarınız; Marguerite Duras’ın demesi “ölüm hastalığı”na yakalandığı için intihar eden gencecik şair arkadaşlarınız; Adalet Ağaoğlu’nun demesi “ölmeye yatan” yazar dostlarınız…
Geçmişin Tabu[t]ları ölümlerle yoğrulmuş/yorulmuş bir ömrün yolculuğuna adanmıştır. Bu kitabı okuduğunuza göre, öyle anlıyorum ki siz de hem ailenizden hem de ülkemizin, coğrafyamızın ölü(m) seviciliğinden nasibinizi fazlasıyla alanlardansınız. Ol bu nedenle, Geçmişin Tabu[t]ları ne yazık ki Nâzım Hikmet gibi, “ölenler güneşe gömüldüler/vaktimiz yok onların matemini tutmaya” benzeri şiirsel savsözlerle avunmama/avunmanıza yardımcı olmayacak, vicdani yükümü/yükünüzü de hafifletmeyecektir.
Taksit Sayısı | Taksit tutarı | Genel Toplam |
---|---|---|
Tek Çekim | 68,00 | 68,00 |