Sibirya’dan çöllere, Hindistan’dan Birmanya’ya, Burma’dan Guyan’a kadar uzanan tarifi imkansız bir hayat... Çoğu, bedenlerine büyük gelen yamalı kaputları giyip, silah kuşandıklarında henüz hayatlarının baharını yaşamaktaydılar. Bazıları için ne savaş, ne de esaret bitiyordu. Balkan Savaşı’nda esir olanların bu defa Birinci Dünya Savaşı’nda tekrar esareti yaşadığı görülmüştü. Milli Mücadele’de esir düşenlerin içinde Harb- i Umumi’de yani Birinci Dünya Savaşı’nda da esaresi görenler vardı. Kaputsuz ve çıplak ayakla Sarıkamış veya Sibirya’da esarete yürümüşlerdi... Uçsuz bucaksız çöllerde, kimi zaman bir yudum suya, kimi zaman bir atımlık mermiye kurban giden onlardı. Yorgun, dayanaksız ve silâhsız ama cesurdurlar. Postaları yoktu... Savaşa baş koymasalardı, bir yastığa baş koyabilirlerdi. İngilizler, bir bölümü Teşkilât- ı Mahsusa’dan olan esirleri, Mısır çevresindeki kamplar yerine, çok uzaklara göndermişlerdi. Bu esir kampları Hindistan, Burma ya da Birmanya gibi sömürge alanlarında kurulmutu. İşkenceden ya da hastalıktan ölüp gidenler "kayıp" addedilerek kütükten düşürülmüştü. Hayatta kalabilenlerin bir bölümü de, geri dönme imkânını bulamayacaktı. Dönebilenler de esaretin psikolojik izlerini uzun süre taşıyacaktı. Mülâzim Gani (sonradan Binbaşı Atakkaan) veya Yedek Teğmen İbrahim (Sorguç) gibileri anayurda dönebilmiş ve savaşa, bu defa kaldıkları yerden, "Millî Ordu" saflarında devam etmişlerdi. Artık kendilerini unutan bir neslin bugün, her şeye rağmen bağımsız olarak yaşaması için dün kanını döküp, canını veren şerefli, asil nefer ve kumandanların destanlaşan hayatları....
Sibirya’dan çöllere, Hindistan’dan Birmanya’ya, Burma’dan Guyan’a kadar uzanan tarifi imkansız bir hayat... Çoğu, bedenlerine büyük gelen yamalı kaputları giyip, silah kuşandıklarında henüz hayatlarının baharını yaşamaktaydılar. Bazıları için ne savaş, ne de esaret bitiyordu. Balkan Savaşı’nda esir olanların bu defa Birinci Dünya Savaşı’nda tekrar esareti yaşadığı görülmüştü. Milli Mücadele’de esir düşenlerin içinde Harb- i Umumi’de yani Birinci Dünya Savaşı’nda da esaresi görenler vardı. Kaputsuz ve çıplak ayakla Sarıkamış veya Sibirya’da esarete yürümüşlerdi... Uçsuz bucaksız çöllerde, kimi zaman bir yudum suya, kimi zaman bir atımlık mermiye kurban giden onlardı. Yorgun, dayanaksız ve silâhsız ama cesurdurlar. Postaları yoktu... Savaşa baş koymasalardı, bir yastığa baş koyabilirlerdi. İngilizler, bir bölümü Teşkilât- ı Mahsusa’dan olan esirleri, Mısır çevresindeki kamplar yerine, çok uzaklara göndermişlerdi. Bu esir kampları Hindistan, Burma ya da Birmanya gibi sömürge alanlarında kurulmutu. İşkenceden ya da hastalıktan ölüp gidenler "kayıp" addedilerek kütükten düşürülmüştü. Hayatta kalabilenlerin bir bölümü de, geri dönme imkânını bulamayacaktı. Dönebilenler de esaretin psikolojik izlerini uzun süre taşıyacaktı. Mülâzim Gani (sonradan Binbaşı Atakkaan) veya Yedek Teğmen İbrahim (Sorguç) gibileri anayurda dönebilmiş ve savaşa, bu defa kaldıkları yerden, "Millî Ordu" saflarında devam etmişlerdi. Artık kendilerini unutan bir neslin bugün, her şeye rağmen bağımsız olarak yaşaması için dün kanını döküp, canını veren şerefli, asil nefer ve kumandanların destanlaşan hayatları....