Şimdiye kadar kitaplarımızda ve Akademideki derslerimizde bilgi ağırlıklı gitmeye çalıştık. Sanırım artık her bir kuruma ve yapılan işe, felsefi açıdan da bakmak gerekiyor. Örneğin Cumhuriyet Savcısı aslında soruşturmada ne yapıyor, Soruşturma işinde Savcının rolü ne, Önce bunu düşünmemiz lazım. Bu sorunun doğru yanıtlanması, aynı zamanda iddianamenin de aslında ne anlama geldiği sonucuna bizi götürecektir.
Bir olay olduğunda önce genellikle kolluk güçleri olay yerine intikal eder, ve nöbetçi savcıya bilgi verir, onun talimatına göre yapılacak işler belirlenir. Kolluk makamları işini bitirdikten sonra evrak, ya olayın tarafları ile mevcutlu olarak veya mevcutsuz olarak adliyeye, Cumhuriyet Savcısına gelir. Burda nöbetçi veya dosya savcısı dosyayı alır ve bir inceleme de bulunur. Bu inceleme neticesinde dava açmak için yeterli delil olup olmadığını belirler. İşte bu belirleme aşamasında tek dayanacağı şey, maddi delillerdir. Delilsiz bir dosyada yeterli delilden de söz edilemeyecektir. Delil olduğunda ise bu delillerin kamu davası açmaya yeterli olup olmadığını değerlendirecektir. İşte C.Savcısı bu değerlendirme işlemini dosya üzerinde yapabileceği gibi delillerle birebir temas ederek, gerektiğinde müşteki veya tanığı dinleyerek veya sanığın savunmasını bizzat kendisi alarak, başka delil var ise gerektiğinde olay yerine gidip bizzat olay yerinde bu delilleri görerek, doğrudan doğruyalık ilkesi aracılığı ile sağlıklı bir değerlendirmede bulunacaktır. İşte yapılan bu değerlendirme, hukukçuluğun bir sonucudur. C.Savcısının hukukçu kimliği, değerlendirmeyi kolluğa değil de C.Savcısına yaptıran tek ögedir. Bu değerlendirme yetkisinin, iddianamenin kabulü aşamasında Mahkeme tarafından karşı değerlendirilmesine CMK cevaz vermemektedir. Ancak bu değerlendirmenin de mutlaka maddi delile dayanması gerekir, herhangi bir delile dayanmadan doğrudan delil değerlendirme yöntemleri kullanılarak iddianame düzenlenemez. Bu değerleme sonucu C.Savcısı kamu davası açmak için yeterli delil olmadığına karar verir ise kovuşturmaya yer olmadığına karar verir. Ama yeterli delil var ise bir iddianame düzenler. Bu iddianame, davanın dayanağıdır, Anayasasıdır. O nedenle iddianame C.Savcısının yaptığı en önemli işlemdir. Dava kaç yıl sürerse sürsün işlem bu iddianame üzerinden yürüyecektir. İddianamenin bir C.Savcısının hukukçu kişiliğini göstereceği en önemli belge olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ceza Yargılamasının ikinci aşaması olan kovuşturma aşamasına geçince sorular hakim olarak bize çevrilir. Biz hakimler aslında ne yapıyoruz, duruşmayı neden yapıyoruz, duruşma yapmamızın amacı ne, duruşmadan hangi sonucu bekliyoruz, biçimindeki sorular işin felsefesini belirler. Gerçekten de hakimler, kovuşturma aşamasında duruşma ve devamı niteliğindeki keşif yaparlar, ancak bu işlemleri sadece kanunda gösterilen prosedürü tamamlamak için mi yapıyoruz, işte bu aşamada iddianame kabul edlilecek, duruşma hazırlığı yapılacak, duruşmada taraflar dinlenecek, deliller duruşmada dinlenecek veya okunacak ve karar verilecek. İŞ bu kadar basit mi, Örneğin sanık geldi eski beyanını tekrar etti, müşteki geldi kolluk beyanını tekrar etti, tanıklardan bir kısmı geldi, eski beyanı tekrar etti veya eski beyandan farklı beyanda bulundu, bir kısmı tanıklar bulunamadığından dinlenmekten vazgeçildi. Peki bizim yapacağımız iş bitti mi, kanundaki işleri sırası ile yaptık ama gerçekten hakimlik yaptık mı? Hakimlik biraz da işi aceleye getirmeden tüm delillerle temas ederek, onları gözleyerek, önceki beyanla farklı anlatımlardan hangisinin doğru olduğunu anlamaya çalışarak, tamamen belki de soruşturma aşamasındaki işlemlerin gözünün önünde tekrarlanmasını ve ona göre sunulan ve duruşmada beş duyusu ile hissederek gözlemlediği maddi delilleri kullanarak bunları vicdani kanaatinden geçirerek, değerlendirme yapılması değil midir? Hakimlik biraz da sanığı, mağduru, tanığı bir süje olarak değil de insan olarak görüp tanıma ve insan olan kimselerin hangi şartlar altında olduğunu anlamaya çalışma, olayın gerçekleşme biçimini tespite çabalamak değil midir?
O halde şunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır: Hakimlik; matematiksel bir gidiş yolundan ve sonuç çıkarımdan ziyade, psikolojik ve sosyolojik değerlendirmelerle adaleti sağlama çabasıdır.
İşte bunun için hakim; kişiliği, altyapısı, tecrübesi, entelektüel birikimi önemlidir. Bu nedenle Mecellenin 1792. Maddesinde hakim için "hâkim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olmalıdır." (hakim; bilgin, zeki, doğru, güvenilir, vakar sahibi, sağlam olmalıdır.) denmektedir. Eğer hakimin tüm görevi sadece CMK’da veya diğer usul kanunlarında yer alan usul hükümlerini uygulamaktan ibaret olsa idi, hakim için bu kadar niteliğe ne gerek var idi. O halde hakim, sayılan niteliklere sahip olmalı ki, olayların içinden tecrübesi ve birikimi ile gerçekleri süzerek, ihtilaflara insan kokusu taşıyan, evrensel adalet anlayışına uygun ve gönülleri tatmim eden bir sonuca ulaşabilsin. Burada hakimin kendisini altyapı olarak yetiştirmesinin ve yaptığı işin felsefesini kafasında oturtmasının önemi ortaya çıkıyor. Biz hakimler olarak duruşmaya çıkarken, keşfe giderken, duruşmayı yönetirken ve karar verir iken anılan işlemleri neden yaptığımızı, kısacık bir zaman diliminde de olsa düşünmemiz ve ne amaçlıyor isek onun felsefesine uygun olarak bu işlemleri sonuçlandırmamız, adalete ulaşmada hayati derecede önemlidir.
Aynı şekilde adaletin viicdani kanaat felsefesinin yanında zamanında gerçekleşmesi de önem taşır. Bizim tarihimizde şöyle bir hikaye analatılır. Bir zamanlar bir adam bir at satın aldı. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etti. Onu geri vermek istiyor ancak satan adamın atı geri almayacağından endişe ediyordu. Bu yüzden önce kadıya gidip işi resmi olarak halletmek istedi. Ancak kadıyı yerinde bulamadı, mahkeme ertesi güne kaldı, hasta at ise gece öldü. Adam, ertesi gün olanları kadıya anlattı, ne yapılabileceğini sordu. Kadı, “Zararını ben ödeyeceğim” dedi. Şaşkınlıkla kadıya bakan adam “Sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyeceksiniz ki…” dedi. Kadı, şu manidar cevabı verdi: “Evet, görünürde benim konuyla bilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkan kalmamıştır. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim” dedi ve ödedi. O kadı, sonradan Osmanlının ilk şeyhülislamı olacak olan Molla Fenari (1350-1431) idi. Bu olaydan da açıkça anlaşılacağı üzere, zamanında gerçekleştirilmeyen adaletin, daha sonra gerçekleşmesi bir anlam ifade etmeyebilir. O nedenle, adalet gecikmeden olabilecek en tez zamanda gerçekleştirilmesi gerekir.
Şimdiye kadar kitaplarımızda ve Akademideki derslerimizde bilgi ağırlıklı gitmeye çalıştık. Sanırım artık her bir kuruma ve yapılan işe, felsefi açıdan da bakmak gerekiyor. Örneğin Cumhuriyet Savcısı aslında soruşturmada ne yapıyor, Soruşturma işinde Savcının rolü ne, Önce bunu düşünmemiz lazım. Bu sorunun doğru yanıtlanması, aynı zamanda iddianamenin de aslında ne anlama geldiği sonucuna bizi götürecektir.
Bir olay olduğunda önce genellikle kolluk güçleri olay yerine intikal eder, ve nöbetçi savcıya bilgi verir, onun talimatına göre yapılacak işler belirlenir. Kolluk makamları işini bitirdikten sonra evrak, ya olayın tarafları ile mevcutlu olarak veya mevcutsuz olarak adliyeye, Cumhuriyet Savcısına gelir. Burda nöbetçi veya dosya savcısı dosyayı alır ve bir inceleme de bulunur. Bu inceleme neticesinde dava açmak için yeterli delil olup olmadığını belirler. İşte bu belirleme aşamasında tek dayanacağı şey, maddi delillerdir. Delilsiz bir dosyada yeterli delilden de söz edilemeyecektir. Delil olduğunda ise bu delillerin kamu davası açmaya yeterli olup olmadığını değerlendirecektir. İşte C.Savcısı bu değerlendirme işlemini dosya üzerinde yapabileceği gibi delillerle birebir temas ederek, gerektiğinde müşteki veya tanığı dinleyerek veya sanığın savunmasını bizzat kendisi alarak, başka delil var ise gerektiğinde olay yerine gidip bizzat olay yerinde bu delilleri görerek, doğrudan doğruyalık ilkesi aracılığı ile sağlıklı bir değerlendirmede bulunacaktır. İşte yapılan bu değerlendirme, hukukçuluğun bir sonucudur. C.Savcısının hukukçu kimliği, değerlendirmeyi kolluğa değil de C.Savcısına yaptıran tek ögedir. Bu değerlendirme yetkisinin, iddianamenin kabulü aşamasında Mahkeme tarafından karşı değerlendirilmesine CMK cevaz vermemektedir. Ancak bu değerlendirmenin de mutlaka maddi delile dayanması gerekir, herhangi bir delile dayanmadan doğrudan delil değerlendirme yöntemleri kullanılarak iddianame düzenlenemez. Bu değerleme sonucu C.Savcısı kamu davası açmak için yeterli delil olmadığına karar verir ise kovuşturmaya yer olmadığına karar verir. Ama yeterli delil var ise bir iddianame düzenler. Bu iddianame, davanın dayanağıdır, Anayasasıdır. O nedenle iddianame C.Savcısının yaptığı en önemli işlemdir. Dava kaç yıl sürerse sürsün işlem bu iddianame üzerinden yürüyecektir. İddianamenin bir C.Savcısının hukukçu kişiliğini göstereceği en önemli belge olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ceza Yargılamasının ikinci aşaması olan kovuşturma aşamasına geçince sorular hakim olarak bize çevrilir. Biz hakimler aslında ne yapıyoruz, duruşmayı neden yapıyoruz, duruşma yapmamızın amacı ne, duruşmadan hangi sonucu bekliyoruz, biçimindeki sorular işin felsefesini belirler. Gerçekten de hakimler, kovuşturma aşamasında duruşma ve devamı niteliğindeki keşif yaparlar, ancak bu işlemleri sadece kanunda gösterilen prosedürü tamamlamak için mi yapıyoruz, işte bu aşamada iddianame kabul edlilecek, duruşma hazırlığı yapılacak, duruşmada taraflar dinlenecek, deliller duruşmada dinlenecek veya okunacak ve karar verilecek. İŞ bu kadar basit mi, Örneğin sanık geldi eski beyanını tekrar etti, müşteki geldi kolluk beyanını tekrar etti, tanıklardan bir kısmı geldi, eski beyanı tekrar etti veya eski beyandan farklı beyanda bulundu, bir kısmı tanıklar bulunamadığından dinlenmekten vazgeçildi. Peki bizim yapacağımız iş bitti mi, kanundaki işleri sırası ile yaptık ama gerçekten hakimlik yaptık mı? Hakimlik biraz da işi aceleye getirmeden tüm delillerle temas ederek, onları gözleyerek, önceki beyanla farklı anlatımlardan hangisinin doğru olduğunu anlamaya çalışarak, tamamen belki de soruşturma aşamasındaki işlemlerin gözünün önünde tekrarlanmasını ve ona göre sunulan ve duruşmada beş duyusu ile hissederek gözlemlediği maddi delilleri kullanarak bunları vicdani kanaatinden geçirerek, değerlendirme yapılması değil midir? Hakimlik biraz da sanığı, mağduru, tanığı bir süje olarak değil de insan olarak görüp tanıma ve insan olan kimselerin hangi şartlar altında olduğunu anlamaya çalışma, olayın gerçekleşme biçimini tespite çabalamak değil midir?
O halde şunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır: Hakimlik; matematiksel bir gidiş yolundan ve sonuç çıkarımdan ziyade, psikolojik ve sosyolojik değerlendirmelerle adaleti sağlama çabasıdır.
İşte bunun için hakim; kişiliği, altyapısı, tecrübesi, entelektüel birikimi önemlidir. Bu nedenle Mecellenin 1792. Maddesinde hakim için "hâkim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olmalıdır." (hakim; bilgin, zeki, doğru, güvenilir, vakar sahibi, sağlam olmalıdır.) denmektedir. Eğer hakimin tüm görevi sadece CMK’da veya diğer usul kanunlarında yer alan usul hükümlerini uygulamaktan ibaret olsa idi, hakim için bu kadar niteliğe ne gerek var idi. O halde hakim, sayılan niteliklere sahip olmalı ki, olayların içinden tecrübesi ve birikimi ile gerçekleri süzerek, ihtilaflara insan kokusu taşıyan, evrensel adalet anlayışına uygun ve gönülleri tatmim eden bir sonuca ulaşabilsin. Burada hakimin kendisini altyapı olarak yetiştirmesinin ve yaptığı işin felsefesini kafasında oturtmasının önemi ortaya çıkıyor. Biz hakimler olarak duruşmaya çıkarken, keşfe giderken, duruşmayı yönetirken ve karar verir iken anılan işlemleri neden yaptığımızı, kısacık bir zaman diliminde de olsa düşünmemiz ve ne amaçlıyor isek onun felsefesine uygun olarak bu işlemleri sonuçlandırmamız, adalete ulaşmada hayati derecede önemlidir.
Aynı şekilde adaletin viicdani kanaat felsefesinin yanında zamanında gerçekleşmesi de önem taşır. Bizim tarihimizde şöyle bir hikaye analatılır. Bir zamanlar bir adam bir at satın aldı. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etti. Onu geri vermek istiyor ancak satan adamın atı geri almayacağından endişe ediyordu. Bu yüzden önce kadıya gidip işi resmi olarak halletmek istedi. Ancak kadıyı yerinde bulamadı, mahkeme ertesi güne kaldı, hasta at ise gece öldü. Adam, ertesi gün olanları kadıya anlattı, ne yapılabileceğini sordu. Kadı, “Zararını ben ödeyeceğim” dedi. Şaşkınlıkla kadıya bakan adam “Sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyeceksiniz ki…” dedi. Kadı, şu manidar cevabı verdi: “Evet, görünürde benim konuyla bilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkan kalmamıştır. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim” dedi ve ödedi. O kadı, sonradan Osmanlının ilk şeyhülislamı olacak olan Molla Fenari (1350-1431) idi. Bu olaydan da açıkça anlaşılacağı üzere, zamanında gerçekleştirilmeyen adaletin, daha sonra gerçekleşmesi bir anlam ifade etmeyebilir. O nedenle, adalet gecikmeden olabilecek en tez zamanda gerçekleştirilmesi gerekir.
Taksit Sayısı | Taksit tutarı | Genel Toplam |
---|---|---|
Tek Çekim | 668,70 | 668,70 |